Performans ölçümündeki güçlüğü ortadan kaldırmak için
örgütsel etkiliğin bütün araçlarını kullanabilmemiz gerekmektedir. Başka bir
deyişle; yönetim modeli, çalışanların eğitimi ve liderlerin kapasitesi,
performans değerlendirme modeli ile senkronize olduğu takdirde performans
ölçümleri daha kaliteli sonuçlar verecektir. Örneğin profesyonellik anlayışı
olmayan aile şirketleri ile geleneksel örgüt yapılanmalarında 360o performans değerlendirme yönteminin kullanılabilir sonuçlar
vermesi zor görülmektedir. Çünkü bu tür yönetim modellerinde yöneticilerden ve
örgüt içinde oluşmuş informal yapılanmalardan, yöntemin uygulanabilirlik
boyutunda ciddi bir direnç gelecektir. 360o performans değerlendirme yöntemine karşı oluşacak bu
direnç, daha önce yapılan yanlış uygulamalar neticesinde oluşan inançsızlık
duygusu ve örgüt içinde bulunan yönetici ve informal örgütlerin geleneksel
örgüt yapılanmasının yarattığı kültür ile sağladıkları çıkarlardan vazgeçmek
istememelerinden meydana gelmektedir. Ayrıca, bu
direnç olgusu performans değerlendirmenin yeni uygulamaya konulduğu ve değişime
kapalı örgütlerde daha fazla rastlanabilmektedir. Çünkü değişime ve yenileşmeye
karşı koyma örgütlerin doğasında vardır.
Bu
sebeple; modern performans değerlendirme sistemlerinin uygulanabilmesi ancak
modern örgüt yönetimleri ile maksimize edilmiş çıktılar verecektir şeklinde bir
yargıya varmak doğru bir yaklaşım olacaktır. Çünkü yönetim bir süreçtir. Bu
sürecin önemli fonksiyonlarından biri de performans değerlendirmedir.
Değerlendirme klasik anlamda süreç içinde veya sonunda ortaya çıkan
saptamaların ve personelin durumunun tespit edilmesidir. Bu süreç, saptamaların
nedenlerinin ortaya çıkmasına müteakip hataların ortadan kaldırılması ile son
bulur. Yönetimin odağında olan insan
performans değerlendirmenin de odağındadır.
Geri kalmış
yönetim sistemleri ve doğru olarak tasarlanmamış performans değerlendirme
yöntemleri, örgütün istemediği yönetici
ve çalışanları örgüte mahkum etmekten geri kalmamakta ve iş süreçlerinde
duygusallık ve ön yargılar egemen kılınmaktadır. Genellikle geleneksel örgüt
yapılanmalarında görülen çarpık yönetici ve çalışan ilişkileri, örgüt
bünyesinde astlarını sevmeyen amirler veya amirlerini sevmeyen astlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir durumda Astlar; amirlerini yetersiz,
yöneticilik ve liderlik yeteneklerini zayıf, hatta insanî özelliklerini de hiç
gelişmemiş olarak görmektedir. Yöneticilerin bakış açısından ise; astlar hep
kaytarmaya çalışan, amirinin kötülüğünü isteyen ve örgüte zarar vermeye çalışan
kişiler olarak görülmektedir. Sonuç olarak yönetici ve çalışanlar birbirlerine
karşı güven duymaksızın, mutsuz ve verimsiz bir şekilde mesailerini icra ederlerken,
bu durumdan en çok zararı örgütün kendisi görmektedir. Paranoid örgüt kültürü olarak da ifade edilen bu olumsuz yapının
oluşumu maalesef özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında olmak üzere ülkemizde
oldukça yaygın olarak görülmektedir.
Astların
üstlerine saygı duyduğu, üstlerin astlarını sevdiği, çalışanların kendi
aralarında huzurlu olduğu, tüm çalışanların işine motive olduğu ama buna karşın
örgüt kârlılığının ve müşteri memnuniyetinin her geçen gün arttığı bir örgüt
bütün yönetici, çalışan ve patronların hayalidir. Böyle bir örgütün
oluşturulmasında en önemli etken olarak da karşımıza yine insan faktörü çıkmaktadır. Çünkü imge olarak beynimizde canlandırdığımız bu örgütün gerçek hâle
gelmesi doğru yönetim modeli ile desteklenmiş ve isabetli olarak istihdam
edilmiş çalışan ve yöneticiler ile mümkün olacaktır. Bu kapsamda; daha
fazla hiyerarşi ve sertleşme yerine liderlik düşüncesi çerçevesinde yeni
yaklaşım ve farklı modellerin örgüt
iklimine yansıtılması bireyin performansına, dolayısıyla örgüt performansına
olumlu yönde katkı sağlayacaktır.
İnsan
kaynakları yönetiminin önemi bu noktada kendini göstermektedir. Doğru insanları
seçme, işe başlatma ve daha sonraki mesleki yaşantısında yapılan
değerlendirmelerle eksik olan yönlerini tespit edip onları geliştirme ve
çalışanların motivasyonunu artırıcı tedbirleri alma insan kaynakları
yönetiminin önemli işlevleri arasındadır. Bu işlevler doğru yapıldığı takdirde
örgütsel etkililiğinin üst seviyede olacağı açıktır. Performans değerlendirme
ise, söz konusu işlevlerin icrasını sağlamak için gerekli olan verileri sunan
bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır.
Akdemir’e göre yönetim; önceden belirlenen
yahut sonradan revize edilen amaçlara ulaşmak için planlama, organize etme, kadrolama,
yöneltme ve denetlemeye ilişkin teori, model, yaklaşım ve ilkelerin maharetle
uygulamaya geçirilme sürecidir şeklinde ifade edilmektedir. Örgütler
bireysel inanç ve değerlerin, örgütsel değerlerle uyumlu olmasını sağlamak için
bireylerin davranışlarını sistemli olarak biçimlendirir. Örgütsel sosyalleşme,
örgütün bireysel boyutunun formal boyutuyla kaynaştırılması sürecidir. Bu
süreçte çalışanlar, örgütsel değer ve normları kabullenmeye ikna edilir.
Değerler, normlar, beklentiler, özendiriciler ve bürokratik yaptırımlar
örgütsel sosyalleşme sürecinde kullanılan mekanizmalardır. Örgütsel sosyalleşme
aslında örgüt kültürünü öğrenme, örgüt kültürüne uyum sağlamadır.
Bir
örgütün kültürünü genellikle örgütün kurucuları şekillendirmektedir. Genel
olarak kurumda yaratılan ve yaşatılan kültür katılımcı (alt kültürleri de içine
alan şekilde) bir perspektifi içermediğinde örgüt kültürü ile bireyin alt
yapısından gelen kültür arasındaki farklılık performansı düşürebilmektedir.
Birey kendi kültürünü yok saymaya kalktığında ikilem yaşamakta ve isteksiz bir
çalışma atmosferi içinde performansı düşebilmektedir. Burada insanî bir yönetim
anlayışının yaratılması sorunları çözmede önemli katkılar sağlayabilecektir.
Yönetim
kavramı günümüzde modern ve geleneksel olmak üzere iki boyutta ifade
edilmektedir. Yönetim modeli ile performans değerlendirme modeli birbiri ile
oldukça ilişkili kavramlardır. Türkiye’de kamu kuruluşlarında hâlen geleneksel
yönetim şekillerinden bürokratik örgüt modeli uygulanmaktadır. Özel
kuruluşlarda ise her ne kadar modern yönetim yaklaşımlarına yönelme eğilimi
olsa da, bu örgütlerin genellikle kamu kuruluşlarından geçiş yapmış,
kazanımlarını bürokratik örgüt yaklaşımından elde etmiş kişileri üst yönetici
konumunda çalıştırdıklarından, bürokratik olmadığını ifade eden örgütlerde bile
mutlak amir düşüncesi içerisinde
geleneksel örgüt yaklaşımlarının esintilerini görmemiz mümkün olmaktadır.
Örgütsel
yönetimin gerçekleşmesini sağlayan en önemli araçlardan biri olarak ele
aldığımız performans değerlendirme
kavramının, örgütsel yönetimin diğer araçları ile sıkı bir bağ vardır. Bu
yüzden yönetim kavramının tarih süzgecinden geçirilmesinin, performans
değerlendirme ile yönetim şekli arasındaki ilişkiyi daha somut olarak ortaya
koyacağı değerlendirilmektedir.
Yeni
güç kaynaklarının bulunması ve kurumsal bilginin yarattığı teknolojik değişim
1800’lü yılların sonunda endüstri devriminin başlamasına neden olmuştur. Ancak
nüfusla beraber artan niteliksiz işgücü başta üretim ve istihdam olmak üzere
birçok sosyal problemi de beraberinde getirmiştir. Çalışan aleyhine ağır ve
sağlıksız çalışma koşulları, işsizliğin artması ve çalışanların sosyal güvenlik
yasalarından mahrum olması yüzünden bu dönemde performans kavramı sermayedarların
inisiyatifinde olmuş ve öznellikten öteye gidememiştir.
Endüstri devrimi sonrasında Eli
Whitney’in çırçır fabrikasında aldığı bazı kararlar, Whitney fabrikası kuralları olarak
personel lehine olan uygulamaların başlangıç noktası olmuştur.
Ayrıca
kitle üretiminin gelişmesiyle yapılan işlerin niteliğinde iki önemli
farklılaşma oluşmuştur. Birincisi; işler vasıfsız işçilerinde yapabileceği
şekilde çok küçük parçalara ayrılmış, İkincisi ise üretim arttıkça yönetsel
hiyerarşi oluşmuş ve yöneticilere gereksinim duyulmuştur. Meydana gelen bu farklılaşmalar ile bilimsel yönetim anlayışının temelleri atılmıştır.
Yönetim anlayışında, 1911 yılını
milat kabul etmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Frederick W. Taylor, 1911 yılında
“Bilimsel Yönetimin İlkeleri (The
Prinsiples of Scientific Management)” adlı eserinde bilimsel yönetim
anlayışının temellerini atmış ve bu anlayışın örgütler tarafından uygulanması
durumunda, etkililiğinin ve çalışanların veriminin artacağını söyleyerek
yönetim anlayışında yeni bir dönemi başlatmıştır.
Bilimsel yönetim anlayışının hâkim olduğu örgüt
yapılanmaları, geleneksel veya klasik
örgüt olarak da isimlendirilmektedir.
Taylor, bilimsel yönetim ile çalışanların refahını arttırmakla birlikte,
örgüt kârını üst seviyeye çıkarmanın mümkün olduğunu ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi bilimsel yönetimin ilkeleri arasında çalışanların refahı önemli
bir unsur gibi görülse de, uygulamada bu durum çok fazla önem verilen bir
düşünce olarak görülmemektedir. Bilimsel yönetim uygulamalarında çalışan çok iş
üretirse maddî kazancı daha fazla olacak ve
bunun neticesinde örgüt daha etkili olacaktır. Taylor’a göre yönetim belli bir
kurallar bütünüdür. Lider, astlarına emir vererek, gerekirse korkutarak veya
cezalandırarak çalıştırmalıdır. Yönetimin asıl görevi astlarının çalışmasını
sağlamaktır. Çalışanlar örgüt menfaatlerini önemsemez ve devamlı takip ve
kontrol edilmesi gereken kişilerdir. Onların hırs ve tutkuları yoktur.
Anlaşılacağı üzerine bilimsel
yönetim daha çok çalışanlarla ve işin nasıl yürütüleceği ile ilgilidir. Bu düşünceler Douglas McGregor’un X kuramında da geleneksel
yönetim anlayışının ifadesi olarak belirtilmektedir.
Taylor’un yönetime bakış açısı ilk
başta başarılı olmuştur, ancak bunun nedeni yönetim anlayışının mükemmelliği
değil, bu ilkelerin ortaya konulduğu yıllarda profesyonel bir yönetim
anlayışının olmadığından kaynaklanmaktadır. Çünkü, endüstri devrimine kadar
olan süre içerisinde yönetim sistemi kavramından bahsetmek mümkün değildir.
Bilimsel yönetim anlayışından sonra,
geleneksel yönetim anlayışlarının en çok ilgi gören ve uygulanan modeli olan, bürokratik örgüt sistemi Max Weber
tarafından geliştirilmiştir. Bu yönetim modeli çalışanların makine gibi
görüldüğü ve kurallar zincirine bağlı hiyerarşik bir düzeni ifade edilmektedir.
Weber’e göre işte etkinlik sağlaması ancak bürokratik örgüt ile mümkün
olacaktır..
Hâlen ve
ısrarlı bir şekilde! Ülkemizde kamu
kurum ve kuruluşlarında uygulanmakta olan bürokratik örgüt modelinde akla ilk
olarak; hantal, aşırı hiyerarşik, oluşan paranoid
örgüt kültüründen dolayı ast ve üstlerin birbirine güvenmediği, bürokratik
kurallar yüzünden iş yapamaz duruma gelmiş ortamlar gelmektedir.
Ancak daha sonra insana değer
verilmeyen bir anlayışın yanlış olduğu ve insanın bir kişiliği, psikolojisi,
duyguları, düşünceleri, özlemleri, motivasyonu olduğu ve yönetim sistemini
oluştururken insanın bu özelliklerinin göz önüne alınması gerektiği yapılan
bazı araştırmalardan anlaşılmıştır. Bu araştırmaların en önemlisi Elton Mayo ve
ekibinin 1927–1933 yılları arasında yaptığı Hawthorne
araştırmalarıdır. Bu araştırmalar göstermiştir ki, çalışanlar; sosyal, psikolojik ve maddî ihtiyaçlarının desteklendiği ayrıca saygı
duyulduğu, aidiyet duygusu ve güvenliğinin sağlandığı ölçüde güdülenme
sağlayacaklardır. Hawthorne
araştırmaları ile farklı olarak; bireyin
performansında fiziksel güçten ziyade algıları, değerleri, inançları ve stres
durumunun belirleyici rol oynadığı, çalışanların yönetime birey olarak değil,
informal bir örgütün bir üyesi olarak tepki gösterdikleri, hatta kimi zaman
informal liderlerin örgüt yönetiminde, formal liderler kadar etkili
olabildikleri anlaşılmıştır. Bu araştırmalar, yönetimde insan faktörüne dikkat
çekmesi ve insanda verimin artmasını belirleyen faktörlere farklı bir bakış
açısı getirmesi yüzünden yönetim biliminin yapı taşlarından birini
oluşturmaktadır.
Hawthorne araştırmalarının açtığı
yoldan ilerleyerek birçok bilim adamı yaptığı araştırmalar ile çalışanların
verimini arttırmak için hangi yaklaşımların fayda sağlayacağını tespit etmeye
çalışmışlardır. Bu araştırmalardan bazıları şunlardır; Jacob Moreno yaptığı
araştırmalar ile çalışanların benzer eğilimler gösteren insanlardan seçilmesi
durumunda verimliliğin artacağını tespit etmiştir. Carl Rogers ise insanın
kendini gerçekleştirme, koruma ve geliştirme ihtiyacının olduğunu, çalışanların
veriminin arttırılmasında ise bu ihtiyaçlarını giderebilmesinden kaynaklanan
bilinçaltı güdülerinin etkin rol oynadığını ortaya koymuştur. Buna karşın
William White çalışanların tercihlerinde yaş, cinsiyet ve iş dışındaki
olayların önemli rol oynadığı, Kurt Lewin ise çalışanların daha çok demokratik
liderliği tercih ettiği yönünde çalışmaları olmuştur.
Yapılan bu çalışmaların ardından,
artık geleneksel anlayışın uygun bir yönetim tarzı olmadığı, yönetici ve
çalışanların ayrı bir kutup olarak görüldüğü, astların karara katılmasının
engellendiği, çalışanların ihtiyaçlarının görmemezlikten gelindiği, bu yönetim
anlayışında görev yapan yöneticilerin dışarıdan bakıldığında başarılı
görülseler bile, çalışanlar nazarında motivasyon kaybı yaratan kişiler olarak
algılandığı, yönetimde insan faktörünün çok önemli bir yer tuttuğu anlaşılmış
ve yapılan tüm bu çalışmalar, yönetimde İnsan
İlişkileri Yaklaşımının doğmasına zemin oluşturmuştur. İnsan faktörünün ön planda tutulduğu bu yönetim yaklaşımı örgütler
tarafından benimsenerek kabul görmüştür.
Mary Parker Follet’ın Dinamik
Örgüt modeli ise insan ilişkileri yaklaşımının bir ürünü olarak ortaya
çıkmıştır. Follet’a göre örgütlerin dinamik olmakla birlikte koordinasyona önem
veren ve ahenkli insan ilişkileri oluşturmaya çaba göstermesi gerektiğini, ayrıca
çatışmaların örgütler için faydalı olabileceği ve bu yüzden örgütsel
çatışmalardan kaçınılmaması gerektiğini savunmuştur. Gerçekten de örgütsel çatışma iyi
yönetildiği takdirde, örgüte fayda sağlamakla birlikte, iyi yönetilemediği durumlarda
da oldukça zararlı etkileri görülebilmektedir.
Geleneksel yönetim anlayışından
sonra, insan ilişkileri yaklaşımı da yönetimi ve iş ilişkilerini açıklamakta
yetersiz kalmıştır. Bunun üzerine yönetimde davranış
bilimleri yaklaşımı popüler bir yönetim anlayışı olarak gündeme gelmiştir.
Bu yaklaşım Neo Klasik veya Beşeri İlişkiler anlayışı olarak da
bilinmektedir. Davranış bilimleri yaklaşımı ile Chester Barnard’ın iş birlikçi örgütünde, bazı örgütsel
problemlerin çözümünde, çalışanların kapasitelerinin yeterli olmayacağı ve bu
yüzden yatay ve dikey olarak çalışanların arasında işbirliğinin sağlanması
gerektiği vurgulanmıştır. Bu yaklaşım ile işbirliğinin gerçekleşmesi için tüm
çalışanların örgütsel adanmışlık düzeylerinin artırılmasının gerekli olduğu
önerilmiştir. Davranış bilimleri yaklaşımına göre, bireyin
olgunlaşan kişiliği ile örgütün baskıcı doğası, birey ve örgüt arasında
çatışmalara neden olabileceği ifade edilmektedir.
Rensis Likert Sistem 1-Sistem 4 yaklaşımında, yönetici yaklaşımlarını 4
kategoriye ayırmıştır.
Sistem 1: İstismarcı otokratik
|
Sistem 3: Katılımcı
|
Sistem 2: Yardımsever otokratik
|
Sistem 4: Demokratik
|
Likert’in araştırmaları sonucu verimi düşük yöneticiler sistem 1 ve
sistem 2 tarzını, verimi yüksek yöneticiler ise sistem 3 ve sistem 4 tarzını
benimsedikleri anlaşılmıştır.
Yönetimde
katılıktan kurtulmak ve olaylara daha geniş perspektiften bakabilmek için sistem yaklaşımı, durumsallık yönetimi yaklaşımı gibi modern yönetim teorileri
geliştirilmiştir. Sistem yaklaşımı örgütü çeşitli bölümler, süreçler ve
hedeflerden oluşan bir bütün olarak ele alır ve bu parçaların her biri iletişim
ve karar verme süreçlerinde birbirine bağlı olarak örgüt amaçlarını
gerçekleştirirler. Durumsallık yaklaşımında ise örgütün içinde bulunduğu durum
ve şartlar göz önüne alınarak içsel ve dışsal koşullara göre yönetim sistemi
kurulmaya çalışılmaktadır. Durum ve şartlar olarak işletmenin büyüklüğü,
teknoloji ve çevre faktörleri ifade edilmektedir. Durumsallık yaklaşımında
sistemin kapalı olmasından ziyade çevre faktörlerinin örgütü nasıl etkileyeceği
ile ilgilenilir. Örgüt yönetiminde içsel ve dışsal faktörlerin doğru bir
şekilde bir araya getirilmesi, aynı zamanda başarıya da sebebiyet verecektir.
Bu kapsamda, durumsallık yaklaşımın da
belli bir örgüt yapısından ziyade duruma göre değişen bir örgüt yönetimi
anlayışından söz edilmektedir.
Yönetimde kalite düşüncesi, yönetim
fikrinin ortaya atıldığından beri üzerinde önemle durulan bir kavram olmakla
beraber. 1980’lı yıllardan itibaren sıklıkla telaffuz edilmeye başlanmış ve toplam kalite yönetimi uzmanlar
tarafından devamlı geliştirilmeye çalışılan bir yönetim şekli olmuştur. Toplam
kalite yönetimi önce Japon firmaları tarafından uygulanmış daha sonra Amerikan
firmaları tarafından denenmeye müteakip dünyada popüler hâle gelmiştir. Toplam kalite yönetimi örgütlerde
başta üretim olmak üzere tüm faaliyetlerde belli standartları oluşturmayı
hedeflemektedir. Performans standartları olarak da ifade edebileceğimiz bu
hedefler genellikle bençmarking olarak
isimlendirilen bir yöntemle oluşturulmaktadır.
Toplam kalite yönetimi, amacı
hizmetten yararlananların memnun edilmesi olan bir felsefesidir. Stratejik ve
bütünü kapsayan bir yönetim sistemi olan toplam kalite yönetimi, tüketici
tatminini hedefler ve bir örgütte üst yönetimden en alt kademedeki çalışanlara
kadar tüm personelin iş süreçlerine katılımını ve tüm işlerin iyileştirilmesini
temel alır. Belli araç, yöntem ve tekniklerin (iş akımı şemaları, denetim listesi,
kontrol diyagramı, iş programı vb.) kullanılmasını gerektirir.
Toplam kalite yönetimi, sürekli
gelişim sürecine dayalı kalite anlayışını içermektedir. Bu yönetim sistemi
çalışanların örgütsel sorunlarla baş edebilmeleri için güçlenmeleri ve bunu yaparken
iç ve dış müşteriye odaklanmalarını, ayrıca hedeflere ulaşırken bir taraftan
örgütü etkili kılmak için çabalayıp, diğer taraftan çalışanların motivasyonunu
sağlamak suretiyle iş doyumunu arttırmayı hedefleyen, süreçlere ve verilere dayanan, güçlü yapı,
teknik ve sistem üzerine inşa edilmiş çağdaş bir yönetim sistemi hâline gelmiştir.
Toplam kalite yönetimi fikrinin
kuramsallaşmasında William Edwards Deming etkili olmuştur. Deming uzun yıllar,
Japon endüstrisine danışmanlık yapmış, Amerikalı ünlü bir yönetim bilimcidir.
Deming “Hatalı ürünlerin %98’inden sorumlu olan çalışanlar değil, çalışanların,
içinde çalışmaya zorlandıkları kusurlu yönetim sistemleridir” ve “Liderliğin
olmadığı bir yerde kaliteden bahsetmek
tarihsel bir hata olacaktır” diyerek yönetimde kalite anlayışının ve bu
anlayışın içerisinde liderlerin önemini vurgulamıştır.
Günümüzde kelebek etkisiyle kolayca şekil değiştirebilen, pragmatizmin hüküm sürdüğü küreselleşmiş
örgüt yapılanmalarında, toplam kalite yönetimi çerçevesinde birçok örgüt
modelinden söz etmek mümkündür. Sanal
örgüt, öğrenen örgüt, postmodern örgüt bunlardan bazılarıdır.
Geleneksel ve modern olmak üzere
sınıflandırdığımız yönetim anlayışlarını temsil eden modelleri ise; geleneksel
yönetim sistemleri için bürokratik örgüt,
modern yönetim sistemleri içinde toplam
kalite yönetimi olarak ifade etmek mümkündür.
Kısaca, geleneksel ile modern
yönetim anlayışlarının temel özellikleri aşağıda belirtildiği şekildedir:
Geleneksel ve
Modern Yönetim Anlayışlarının Temel Özellikleri
|
Æ
Geleneksel yönetim sistemleri; sonuç odaklı, statükoyu korumanın ve
gerekli oldukça iyileştirme yapmanın hedeflendiği, problem olunca çözüm
geliştirilen, hata bulmaya dayalı, merkezinde birey olan, motivasyonun ceza
ile sağlandığı, otokrat patron ve yöneticilerin bulunduğu, gözleme ve
tecrübeye dayalı olarak karar alınan, gelişim için eğitime çok fazla müracaat
edilmeyen, genelde eğitimin usta-çırak usulü metotla verildiği, kâr amaçlı,
rekabette maliyet avantajına önem veren, lider merkezli, kaynak olarak
fiziksel/maddî kaynakların kullanıldığı ve
hiyerarşik yapılanmanın olduğu örgütler ifade edilmektedir.
|
Æ Modern yönetim sistemlerinde ise; geleneksel anlayıştan farklı olarak
sistem odaklı, sürekli iyileştirme ve geliştirmeyi hedefleyen, problem
oluşmadan evvel olası sorunlara çözüm bulan, hata bulmaktan ziyade önleyici,
takım çalışmasına dayalı, motivasyonun ödüllendirme ile sağlandığı,
yönlendirici ve yetkilendirici liderlerin bulunduğu, sürekli eğitim ve
gelişme anlayışının olduğu, bilgi ve öneriye istinaden karar alınan,
entelektüel sermaye ve insan sermayesinin kaynak olarak kullanıldığı,
zamanında, yeni ve kaliteli ürünlerin rekabet avantajında kullanıldığı ve
yatay iletişimin var olduğu örgütler ifade edilmektedir.
|
Yönetim
sistemlerinin endüstri devrimine müteakip gösterdiği gelişim sonucunda,
performans değerlendirme yöntemleri de, belirlenen standartlara bağlı olarak
gelişmiştir. Özellikle 1980’li yıllardan sonra örgütlerde yapısal ve
kültürel olarak, olumlu yönde meydana gelen bazı değişiklikler, 360o
performans değerlendirme yönteminin kullanılmasını destekler yönde bir mahiyet
kazanmıştır. Söz konusu değişiklikler aşağıda belirtilmektedir:
Æ Endüstri devriminden bu yana
örgütler oldukça büyümüş ve çalışan sayıları artmıştır. Örgütlerde personel
sayısında meydana gelen bu artışlar sebebiyle yöneticiler personellerini
yakından gözlemleme imkânı bulamamaya ve onlardan uzaklaşmaya başlamışlardır.
Bunun üzerine çalışanlar hakkında çok yönlü bilgi toplanması ihtiyacı ortaya
çıkmıştır.
|
Æ Bilgi yoğun teknolojilere geçiş
sürecinde yöneticilerin bilgileri çalışanları değerlendirmede yetersiz
kalmaya başlamıştır.
|
Æ Proje bazlı çalışan örgütlerde,
çalışanlar proje esnasında birden fazla yönetici ile çalışmakta ve çalışanlar
sürekli bir projeden diğerine geçmektedir. Bu yüzden proje bazlı takım
çalışmasına önem veren örgütlerde performans değerlendirme uygulaması tek bir
yöneticinin gerçekleştiremeyeceği kadar karışık bir işlem hâline
gelmiştir.
|
Æ İşletmeler hantal ve hiyerarşik
yapıdan, dinamik ve takım hâlinde çalışan örgütler hâline
gelmeye başlamışlardır. Geleneksel değerlendirme sistemleri ise, grup/takım
değerlendirmesinde yetersiz kalmıştır.
|
Æ Modern örgüt yapılanmalarında
otokratik liderlik anlayışının yerini katılımcı liderlik anlayışı almıştır.
Bu değişim çalışanlarla birlikte müşterilerinde karar alma sürecine dâhil
olmasını zorunlu kılmıştır.
|
Æ Örgütlerde kalite anlayışının
hâkim olması sonucunda başarı ve takdir kritik başarı faktörleri ve
yeteneklerine bağlanmıştır. Örgütsel yetenekler bir örgütü diğerinden ayıran
özellikler olarak öne plana çıkmıştır. Bu sebeple, geleneksel performans
değerlendirme yöntemleri çalışanların tüm yeteneklerini değerlendirme fırsatı
sağlamadığından, 360o performans değerlendirme yöntemi ideal bir
çözüm olarak görülmüştür.
|
Yönetim anlayışlarının performans
kalitesine direkt etki etmesi sebebiyle, Ülkemizde 360o performans
değerlendirme yönteminin uygulanabilmesi ve bunun sonucunda kaliteli çıktıların
alınabilmesi için, öncelikle kamu ve özel kuruluşlarımızda modern bir örgüt
yapılanmasının gerçekleştirilip, bu yönde örgütsel kültürün oluşturulması
gerekmektedir.
Toplam kalite yönetimi kalite ve
müşteri memnuniyeti vurgusuyla 360o performans değerlendirme
yönteminin itici gücü olmuştur. Etkili örgütler 360o performans
değerlendirme yöntemini, yıllardır toplam kalite yönetiminin bir parçası olarak
kullanmaktadır. Toplam kalite yönetiminin kurucularından olan Deming geleneksel
performans değerlendirme yöntemlerinin, toplam kalite yönetiminde yerinin
olmadığını söylemektedir. Toplam kalite yönetiminde bireyden çok takım/grup
çalışmasına önem verilmektedir. Çoklu veri kaynaklarından alınan
geribildirimlerin ise takım bağlılığını ilerletme potansiyeli bulunmaktadır.
Örgütlerde
modern yönetim anlayışına geçiş sürecinde, bu anlayışın işletilmesini
sağlayacak olan liderlerinde önemi artmıştır. Çünkü liderler, kaos teorisinde de ifade edildiği gibi
dengesel olmayan, informal yapılanmaların giderek güçlendiği, duygusuz çalışanların arttığı işletmelerde,
hem paronoid örgüt kültürünün oluşumunu engelleyip hemde olumlu yönde
kültürlenme sağlayarak örgütü etkili kılmak için üst seviyede gayret göstermesi
gerekmektedir.
Sonuç
olarak; modern
bir performans değerlendirme uygulaması ancak modern yönetim yaklaşımlarının
egemen olduğu örgütlerde yaşam imkânı bulacaktır. Başka bir deyişle bürokratik
örgüt modeli gibi demode olmuş sistemlerde, 360o performans
değerlendirme yaklaşımının başarılı sonuçlar vermesini beklemek hayalci bir
yaklaşım olacaktır. Çünkü bir taraftan mutlak amir yaklaşımı, diğer taraftan
çıkar grupları tarafından çoklu veri kaynaklarına dayalı olarak yapılan
performans ölçümüne direnç gelecek, sistem sabote edilmeye çalışılacaktır.
Zaten 360o performans değerlendirme yöntemini, geleneksel örgüt
kültürünün kabullenme düzeyide oldukça düşük olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder